Pösteki saymak

Ülkemizdeki mültecilerin toplum nezdinde yarattığı düşünülen “rahatsızlık” mevzuu en alasından sınıfsaldır. Bu rahatsızlık, egemen sınıflardan sirayet etmekte ve yine hakimeyeti onlara ait olan tüm araçlarla egemen olmayan sınıflara bulaştırılmaya çalışılmakta. Tam da bu bakımdan bu yaratılmaya çalışılan durum yapaydır. Bu kendiliğinden olmayan ve bir bakıma eğreti durma halinin süreklileştiği zeminse toplumun aydın kesimi olarak da nitelendirilebilecek kesimin başat rol oynadığı politik mecraadır. Burada ülkedeki neredeyse tüm kesimleri (kendisini sosyal demokrat hatta sosyalist olarak tanımlayanlar dahil) birleştiren ve adeta tutkal işlevi gören şey ise vatandaşlık…Yurttaşlığın tarihsel olsa bile kurgusunun gücü görüldüğü gibi muazzam. Birbirinden bambaşka yaşayan, hayatları asla kesişmeyecek olan iki insanı hala ortak bir paydada buluşturmakta çünkü… Politik alanın, ekonomik alanın meşruiyetini sağladığı düşünüldüğünde aslında söylemin sermayenin söylemi olduğu ve rahatsızlığın bu gruba ait bir rahatsızlıktan başka bir şey olmadığının anlatılmaya çalışılması ise pösteki saymaya benzemekte.

Yine de mültecilik, biraz sonra bahsi açılacağı gibi vatandaşlık harcının sınıfsal çelişkileri gizlemek bakımındanki yetisini boşa düşürmesi ve sınıflar arası farklılıkların derinleşmesinin başka bir boyutunu açığa çıkarması bakımından peşinden gidilecek bir olgu. Ayrıca bu insanların sığınma hukukuna göre değerlendirilmesi, bu hakkın 1950’li yıllara kadar götürülerek meşrulaştırılması elbette ki çok mühim. Ancak konunun buraya kadar ki referansı “vatandaşlık” karşısına dikilen mültecilik olgusunun kabulüne ilişkin olup yetersizdir. Çünkü mülteciliği, egemen sınıf olan sermayenin değil tam da egemen olmayan emek sınıfının safhındaki bir katman olarak kabul etme lüzumu, vatandaş olma-olmama ayrımına aşkın aslında. Bunun anlaşılması bu duruma hukuksal bir dayanak aranmasından daha hayati bu yüzden. Çünkü yerinden olmuş bir göçmenin yeni bir ülkede, yoksul bir mahallede yaşaması, bu mahallenin yoksuluyla aynı iş yerinde çalışması tesadüften ibaret olmaması ve bu göçmenin canına kastettirecek kadar keskinleşen bir hıncın kendisiyle aynı yaşamı paylaşan yoksul vatandaşa değil her ikisini de bu yaşama icbar eden sermayeye ait olması, aranan bu hukuksal dayanaklardan daha dişe ete değmektedir. Hem göçmen işçinin hem Türkiyeli işçinin aynı patron tarafından haksızlığa uğraması yaşamın gerçeklikleriyle çok daha yakından alakalıdır.

Bir diğer yandan, konunun sığınma hukukuyla ele alınarak savunulması, bu hukukun modern ulus-devletin emek grubunun karşısında bir yenilgisi olarak ele alınmasını beraberinde getirmeli. Çünkü sığınma hukuku aslında egemen sınıf olan sermaye sınıfının, emek grubunun safına yeni katılacak olan mülteci emeği bakımından bir kazanım olarak ele alınabilir. Nitekim uluslararası hukukun bu kısımları (örneğin, 1950 Cenevre Sözleşmesi), modern-kapitalist serüvenin bir formu olan ve burjuvazi gibi “yeni” egemen sınıfın çıkarlarına hizmet etmek üzere hayat bulan ulus devletin bir mağlubiyeti olarak nitelendirilebilir. Devletin, sınıfsal çelişkilerin üzerine bir perde çekercesine herkesi eşitlediği düşünülen “vatandaşlık” çözümü krize girmiş ve mültecilik gibi bir kavram gündeme gelmiştir. Oysa ulus devletin muradı en başından beri tüm çelişkileri tek kertede eşitlermiş gibi yapacağı ve aynı toprağı paylaşmaktan gelen yurttaşlık mefhumunu bir sızıntı vermeden payidar kılmaktı. Unutmadan söylemek gerekirse Türkiye Cumhuriyeti de “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir Türk toplumu!” şiarı üzerine inşa edilmiş bir ulus devlet olarak kurulmuştur. Dolayısıyla Türk sermayesi de tıpkı dünyanın diğer sermayeleri gibi Türk toplumunu kaynaştırmak için vatandaşlık harcına ihtiyaç duymuştur. Oysa onun modernizmden önceki dönemlerde mevcut olan tutunum biçimlerine kıyasla çok daha ilerici ve insana yaraşır niteliğini kabul bir yana, vatandaşlık da sermaye ve emek sınıfı arasındaki çelişkinin gizlenmesi ve emek gruplarının bu çelişkiye itirazını baskılaması bakımından araçsal olmuştur. Dolayısıyla, mültecilik meselesini, vatandaşlığın bu araçsallığıyla anlaşılarak ele alınması gerekmektedir.

İkinci Dünya Savaşında, dünyanın ileri uluslarının birbiriyle rekabeti, on binlerce vatandaşı yerinden ederek başka ülkelere sığınmaya ve o ülkenin yoksul vatandaşlarıyla beraber yaşamaya mecbur etmiştir. Buradan hareketle mülteciliğin en başından beri ulus devletin istemeden dünyaya getirdiği çocuğu olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. Ancak meselenin burayı aşan sınıfsal yanı, ulus devletin egemen sınıfı olan burjuvazi başta olmak üzere söz konusu devletin, sığınmacılarla kendi yaşam alanını paylaşan ve emek sınıfını bağlaması bakımından çok daha dikkate değerdir. Mültecilik kavramının tarih sahnesine aslında bir kazanım olarak uluslararası hukukun yaptırımıyla çıkması ise küresel pazarın bir ironisidir. Vatandaşlık gibi emek grubuna sus payı olarak verilen imtiyazın bir tür alternatif bir kategorisi kabul edilmiştir çünkü. Ancak burada uluslararası pazarın bu ironiyi hemen lehine çevirerek mülteci gruplarını şimdi olduğu gibi pazarı çok da gelişmiş olmayan ülkelere yönlendirmesi ve bu ülkelerde bu çelişkiyi perçinlemesi konunun başka bir boyutu olup tekraren sınıfsaldır. Ülkemizin içinde bulunduğu mülteci-yoğun durumun, bu yoğunluktan tetiklenen rahatsızlığın aslında kime ait olduğunun ve ülkeninin bu konumunun küresel pazarda hangi işlevi gördüğü soruları can yakıcılığını sürdüreceğe benzemektedir. Sınıfsal perspektifin çözümün en büyük anahtarı olmaya devam etmesi gibi…